12 Eylül 2012 Çarşamba

gel gel filmekimi gel

yaz uykusundan uyanma vaktim geldi. nefret etiğim yaz ayından kurtulduğumun en güzel habercisi de filmekimi    oluyor son 3 yıldır. bugün iş yerindeki mesaimi tamamen festival filmlerini incelemeye ayırdım. o kadar çabuk geçti ki zaman. şöyle bir seçki hazırladım kendime;


Io e te
http://www.dailymotion.com/video/xqz505_io-e-te-me-and-you-by-bernando-bertolucci-clip_shortfilms
sırf şu fragmanda space oddity çaldığı için bile gidilir bu filme. yönetmen bernardo bertolucci olunca sıkılma riski de ortadan kalkıyor tabi. the dreamers' a benziyor sankim.

wrong

afişini görür görmez fargo geldi aklıma. film de zaten komediymiş. gündelik hayatta fazla etrafımda olan bitene pek gülen birisi değilimdir ama bu kara mizah filmler bitiriyor beni. hadi hayırlısı.

passion
ergenliğini 90' larda yaşayan hangi erkeğe içinde "temel içgüdü" geçen bir cümle kursanız kulakları dikip pürdikkat sizi dinlemeye başlar. o yüzden temel içgüdü dedin mi bir duracaksın, bunun şakası olmaz arkadaş. bu filmin o tarzda olduğuna dair söylentiler var. brian de palma zaten saygı duyduğumuz, scarface ve carlito' s way ile gönlümüzdeki yeri hiç değişmeyecek olan bir abimiz. umarım "the black dahlia" daki gibi saçmalamamıştır. ustalara saygı kuşağı bu festivalde "passion" dır benim için.

no
 
bana gael garcia bernal de yeter. ilk kez y tu mama diye bir filmde izlemiştim onu, o zamanlar cine 5 vermişti. yıllar sonra bir gün arkadaşım tutturdu amores perros diye. iyi dedim hadi gidelim. filme bi girdik "e ben bu adamı tanıyorum ya!" dedim ve filme olan mesafem bir anda azaldı. tabi sonra film su gibi aktı gitti. bir yıllar sonra daha üniversitedeyim ve aynı sınıftan bir kıza deli gibi aşığım ama öyle böyle değil tükeniyorum, acılar çekiyorum. neyse bir şekilde tanıştım kaynaştık ve ilk randevumuzda sinemaya gideceğiz. o ara da film festivali gelmiş şehre, açılış filmi de pedro almodovar' ın "la mala educacion" flmi. film eşcinsel bir erkeğin otobiyografisi tarzında. tabi ben garcia' yı görünce gene dedim ben bunu tanıyorum, amores perros falan filan diye. kız dedi sen sanat filmleri seviyor musun? dedim sevmem mi. film bitti bana dedi ki gözlerin aynı filmdeki adamın gözlerine benziyor. garcia' nın yardımıyla başlayan ilişkimiz kesintisiz tam 3 yıl sürdü. tabi bu süre boyunca sanat filmleri sevdiğimi söylediğim için gelsin felliniler gitsin ingar berkmanlar. sonra bir gün pat diye terk etti beni. 2 ay sonra ben mezun olup ailemin yanına döndüm. hiç iletişim kurmadık bir daha. napıyordur şimdi acaba, yalnız mıdır, evli mi?

looper
gelelim festivalin assolistine. haftalar önce imdb' de dolanırken fragmanına denk gelmiştim ve ağzım sulanmıştı resmen. zaman yolculuğu ile ilgili filmler hep ilgimi çekmiştir(favorim twelve monkeys) . okuduğum kadarıyla abd seyircisi çok beğenmiş. imdb notuda çok sağlam zaten. bakacağız. 

9 Eylül 2012 Pazar

tenekecilerin konseri



ölmeden önce yapılması gerekenler listem olmamasına rağmen ileride bir gün eğer yaparsam bir maddenin üzerini direkt çizebilirim. şunu anladım ki hayatta çok istediğin bir şey var ise ne pahasına olursa olsun yapacaksın abi. olur olmaz ama olduğu zamanki zevk hiç bir şeyde yokmuş.

tabi canım memleketime özgü olan konserde alkol yasağı nedeniyle içeriye su bile sokamadık, konser esnasında da yerimi bırakıp ebesinin şeyine gidemediğim için sonlara doğru dilim bir karış dışarıda izlemek zorunda kaldım. sosyal medya da zaten organizasyonla ilgili bayağı eleştiri yapılmış. genel olarak doğru, berbat bir planlama yapılmıştı. ama tüm bu olumsuzluklara rağmen konser enfesti. bir ara gerçekten zevkin doruk noktasına çıktığımı hissettim, hiç bir şey bundan daha fazla zevk veremez bana diye düşündüm. scar tissue ve under the bridge ruhumu teslim ettiğim anlardı.

konsere girmeden önce yakınlarda bir yerlerde yemek yedik, ardından benim türk kahvesi krizim tuttu ve bir çay ocağına girdik. arkamızda oturan iki amca arasında şöyle bir diyalog geçti;
- ne var yine bugün burada?
- tenekecilerin konseri varmış.

7 Eylül 2012 Cuma

7 yıllık rötar


dershaneden kaçıp, trenle istanbul' a gittiğimiz hafta sonlarından biriydi. ilk iş akmar pasajına gidip yeni çıkan yabancı kasetlere baktık. ben o zamanlar hardcore punk' a sardığımdan the offspring ve bad religion albümlerini aramaya koyuldum. o sırada bir albüm kapağı dikkatimi çekti, dükkan sahibine sordum bu grup nasıl diye; adam hiç düşünmeden al dinle pişman olmazsın dedi. ama sadece 2 kaset alacak param vardı, bad religion' dan vazgeçtim. ve dönüş yolunda, trende tanıştım scar tissue ve otherside ile. o günlerde karmakarışık olan zihnimi berraklaştıran, öncesine kadar hiç duymadığım müthiş özgün bir albümdü benim için. tabi müzik zevkim de bir kırılma yaşadı ve alternatif rock' a yöneldim o günden sonra. hiç unutmuyorum cnbce' de info diye bir müzik programı vardı hafta sonları. hiç kaçırmazdım, bir gün rhcp ile ropartaj yapmıştı programı sunan abimiz ve chad smith 2005' te türkiye' ye konsere geliyoruz demişti. deli gibi sevinmiş, alt katımızda oturan yaşlı çifti yukarı şikayete çıkaracak kadar tepinmiştim. o gün başlamıştım para biriktirmeye, üniversite birinci sınıftaydım ve 3 yıl sonra rhcp gelecekti. sonra üniversite bitti, rhcp gelmedi, ben artık birbiri içine geçmiş pop-rock müziğine yumuşak bir geçiş yaptım. sene oldu 2012, rhcp sonunda istanbul' a geliyor. ama o günkü heyecan kalmadı bende, üstelik john frusciante de yok artık. hatta konserlerde scar tissue ve otherside' dan sadece birini çaldıklarını iddia edenler bile var. belki de ben bilerek beklentilerimi düşük tutuyorum hayal kırıklığına uğramamak için, ne de olsa yıllarca kulaklığımdaki adamlar bunlar. ya hadi otherside neyse de  scar tissue dinleyemez isem vallahi gözüm açık giderim.  

 

23 Ağustos 2012 Perşembe

gayrimeşru aşkım


sanırım kendi yaşamımdaki sevgi eksikliğinden dolayı her gördüğüm kıza aşık olmaya başladım bu aralar. bir de kürk mantolu madonna' yı okuyorum onun da etkisi olabilir. her sabah servisi beklerken karşı kaldırımda bekleyen güzel kızı izliyorum. nasıl saplandıysam sabah kalkar kalmaz aklıma o geliyor. Her ortamda, her zaman ve her erkekle güzel olabilen biri gibi düşünüyorum onu. zihnimde yarattığım kusursuz kişiliği taşıyamamasından korkuyorum bir yandan da. ne kadar çok aşık olduğum geliyor sonra aklıma. aşık olma fikrine aşık biriyim belki de. madem bu kadar duygusala bağladım bir şiirle sonlandırayım da tam olsun.

Sevgili, sırlarına eren gönül nerde?
Sözlerinin tekini duyan kulak nerde?
Gece gündüz serilirsin de karşımıza:
Yüzünü bir kez gören mutlu göz nerde?
-Hayyam-

21 Ağustos 2012 Salı

çok yalnızım be atam


son zamanlardaki yalnızlığın sonucu sanırım depresyondayım. yok olmuyor, gün içinde zihnimi ne kadar meşgul edersem edeyim  tekrar aynı yere dönüyorum sanki. hayatımın hiç bir döneminde bu kadar sıkıldığımı hatırlamıyorum. işin kötüsü kadınlara benzetmeye başladı bu süreç beni. onlar gibi tepki veriyorum. geçen hafta deli gibi internetten alışveriş yaptım ki ben ihtiyacım olmadıkça ne biliyim; ayakkabım parçalanmadığı sürece gidip ayakkabı almam. daha doğrusu aklıma gelmez. her gün önünden geçtiğim AVM' ye bir kere girmişliğim vardır o da çok sıkışmıştım, eve kadar çişimi tutamamıştım odur yani. ama geçen hafta mesaimin yarısını alışveriş sitelerinde geçirdim. cuma günü kargom gelince o kadar sevindim ki, placebo etkisi yaptı bende. ama eve gelince bu işte acemi olduğum ortaya çıktı, pantolonu kemerle bile kıçıma oturtamamakla beraber ayakkabıya beş parmağı birden sokamadım. tişörtü giydiğimde ise gay şarkıcılara benzedim. tabi tüm gazım pıs diye söndü, tekrar başladım oflayıp puflamaya.

pazar günü malum bayram nedeniyle ailemin yanına gittim, iyi de geldi aslında başta. ama ikinci gün dedim ki bana müsade, arkadaş bu klişeler hiç mi değişmedi ben büyüyeli? neredeyse 30' uma geldim, halen "oğlum gel bir hoşgeldin deyiver misafirlere, olmaz ayıp. bak seni soruyorlar" muhabetti hala bitmedi mi yahu? hadi onu geçtim, "bu kadarcık ufacıktı, kocaman adam olmuş bu ya!" nedir abi? ya ne olacaktım, ömür boyu meme mi emecektim? bu anneler çocuklarını millete teşhir etmekten nasıl bir duygusal haz alıyorlar bilemedim.
istanbul' a dönmemle gene daral geldi tabi bana, ben de gittim kıvır kıvır olan saçlarımı kestirdim. omzuma kadar uzatmıştım(ıslakken omzuma kadar geliyordu tabi, normal haliyle sadece tur sayısı arttığı için daha çok balon gibi şişiyor). ilk defa konuşmayan bir berbere denk geldim bu arada. ne devleti kurtardı, ne şike davasını çözdü, ne de abaza muhabbeti yaptı. adam aldı makası işine baktı. hayır ben kıllandım bu sefer, acaba bir yanlış mı yaptım dükkana girerken diye düşündüm durdum. neyse adamın işi bitti bir de güzel masaj yaptı ki, of, pamuk gibi oldum. benim için ani duygusal değişim yaratabilen en önemli eylem sanırım ensemdeki saçın okşanması. bir anda yumuşacık oluveririm, tüm sinir stresim buharlaşıp gider. masajı yapanın erkek/kadın olması fark etmiyor, unisex bir zevk herhalde. ama hala berbere girerken bir tereddüt yaşarım. yaşıtlarım şak diye otururken beni yıllarca boyum yetmediği için altıma tahta koyup tıraş etti alçaklar. yalvardım, yakardım ben artık büyüdüm dedim ama yok, dinletemedim. sünnet olmama rağmen hala o tahta üzerinde tıraş olmanın verdiği ezikliğin izleri kaybolmadı bir türlü.

berberden çıktığımdan beri kendimi çıplak gibi hissediyorum. eve gelene kadar silüetimi görebileceğim tüm aynalara baka baka geldim. ilk başta güzel gelmişti aslında, ama şimdi deli gibi pişmanım. neyse ki şimdiye kadar yaptığım saçmalıkların telafisi var. birinde param, diğerinde saçım gitti ama orta vadede bunu düzeltebilirim. asıl geri dönüşü olmayan bir bok yemek korkutuyor beni. bakalım sırada ne var?

20 Ağustos 2012 Pazartesi

ne baktın bilader

arkadaşım anlatmıştı. sakarya üniversitesi' ndeki ilk günleri, bir kaç yeni arkadaşıyla gece çarşıda(çark caddesinde) dolaşıyorlarmış. bunlar kendi yollarında giderlerken arkalarından bir grup yaklaşmış(dikkat ediniz arkalarından). "ne baktın bilader" demiş yaklaşan gruptaki biri. bizimkiler biz sizi görmedik diye kibarca cevap vermeye çalışmışlar ama gruptakiler başlamış bunları itip kakmaya. gruptan birisi "hangi takımlısınız" diye sormuş. bizimkilerden birinin kafa çalışıyormuş neyse ki, "tatangayız biz" deyivermiş. tabi bizimkilerin tatanganın ne demek olduğundan haberleri filan yok. ama işe yaramış grup bir anda ambale olmuş, ne tepki vereceklerini şaşırmışlar. o sırada karşı kaldırımdan iki hatun geçiyormuş, gruptaki elemanlardan biri "of hafız karşıyı kes, takıl takıl takıl" diyerek son derece insani bir tepki vermiş ve grup hatunların peşine düşüp bizimkileri bırakmışlar. benim arkadaş yurda döner dönmez hemen tatangaların tarihini araştırmış tabi.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Killing Them Softly


en son "inception" ın fragmanı beni bu kadar heyecanlandırmıştı. guy ritchie-martin scorsese karışımı bir işe benziyor. sonlara doğru çalan Johnny Cash - The Man Comes Around ile tadından yenmez bir hal almış. beklemedeyim. 

12 Ağustos 2012 Pazar

bu pazar yağmur var istanbul' da

Beylerbeyi' nde akşam yemeği yeyip ardından maçı izleyecektik fanatik galatasaraylı 2 arkadaşımla sabah yaptığımız plana göre. hiç dışarı çıkma hevesim olmamasına rağmen "ben gelemiyorum" diyemedim. ama öğleden sonra bastıran gök gürültülü yağmur hayatımı kurtardı. hemen sarıldım telefona, sanki çok üzülmüşüm gibi çatallı bir sesle iptal etmemizi söyledim planı. hiç karşı çıkmadılar tabi, ikisi de dışarıda olduğu için kedi gibi bir köşeye sıkışıp kalmışlar.

bir çokları yağmurlu günde battaniyesini çekip film izlemeyi tercih eder. ben ise şu an yağışın biraz hafiflemesini bekliyorum, atacağım kendimi hemen sokağa. eşofmanımı giydim bekliyorum boşalan sokaklarda dolaşmak için. rock fm' de rolling stones coverları çalıyor. bir anda her şey bu kadar mı güzel art arda gelir?



yaz aylarından nefret eden birisiyimdir. duş-deodorant-ter-gömlekteki ter izini kapamaya çalışmak-tekrar deodorant-nefes almakta zorlanmak-sürekli sıvı tüketmekten şişen karın-günün ilerleyen saatlerinde beynin zonklaması-servis klimasının bozulması vs. sürekli bir mücadele içindesin. kış ayında ise huzur, dinginlik vardır. atkı, bere, eldiven, bot, boğazlı kazak, kalın çorap vardır kışın. çay bardağını avuç içinde sıkmak, çamura batmadan yürümeye çalışmak, yanından geçen arabaların sıçrattığı sudan kaçabilmek için tetikte olmak, kaloriferin üzerine oturup kahve içmek, soğuk havayı doya doya içine çekmek, kar üzerinde yürürken çıkan sesi dinlemek, evini daha çok sevmek vardır. güzelliktir kış, yalnızlığı sevmektir.




29 Ocak 2012 Pazar

kendinizde beğenmediğiniz özelliğiniz nedir?





kurumsal firmalarla yapılan iş görüşmelerinde sorulan fix sorudur ve soran da hep insan kaynaklarından mülakata katılan bakımlı, sürekli samimiyetsiz gülümsemeyle size bakan ve rahatsız edici derecede tiz sese sahip bir kadındır. mülakata gitmekten başı dönen tecrübeli işsiz kişinin cevabı da fixtir tabi.


- hırsım. işim konusunda çok hırslı oluyorum ve bu bazen kendime zarar vermeme neden oluyor.

böyle gereksiz bir soruya verilebilecek aptalca cevaplar içinden en güzeli budur. ancak hayatında ilk defa iş görüşmesine giden kişinin bu soru karşısında bir an abandone olması da normaldir. misal bendiniz.


üniversiteyi bitirdiğim şehirden ayrılmak istemiyorum ve okul biter bitmez başvurulara başlıyorum. ilk iş görüşmem, finans müdürü ve insan kaynaklarından bir kadın. önce cv' mi okuyorlar sesli bir şekilde. bu arada bekar evimde kedi besliyorum, hobileriniz bölümüne de kedimle zaman geçirmek yazmışım. kadın kendisinin de kedisinin olduğunu söylüyor ve 2-3 dakika kedi muhabbeti yapıyoruz. ardından diyalog şöyle devam ediyor:


- evet, kendinizde beğenmediğiniz özelliğiniz nedir?


(iç ses - kesin tuzak soru bu, şikayet etmemi bekliyor herhalde. dur şöyle söyleyeyim)


- açıkçası benim değilde kız arkadaşımın beğenmediği bir özellik var. tüy dökmesinden pek memnun değil.


- affedersiniz anlayamadım


- kedimde diyorum beğenmediğim özellik yok, ben onu her haliyle seviyorum.


sonrasında hatırladığım sırılsıklam terlediğim ve bir an önce oradan uzaklaşmak istediğim. onların konuştukları şeyleri ve sonrasında verdiğim cevapları ise hatırlamıyorum. elimde kalan koca bir utanç ve umutsuzluk. şimdi aklıma geldikçe o kadar acıyor üzülüyorum ki o halime. şu anki halime bakıyorum ve sanki başka birisiymiş gibi o kişi, o kadar yabancı ki şimdiki bana. ne kadar safmışım, naifmişim, nasıl bir pencereden görüyormuşum hayatı. benim kapitalizmden anladığım bu aslında. tüketim çılgınlığı, zengin-fakir makasının açılması falan değil. siz farkında olmadan sizi bambaşka biri yapması. en acı verende; şu an o halimin iş görüşmesi için karşıma gelmesi halinde onu işe almayacağımı biliyor olmam. o yüzden bugün bana aynı soru sorulsa, içine girdiğim dünyanın beni olduğumdan farklı bir kişi yapmasına engel olacak gücü kendimde bulamamam derdim.

şimdi ise kurumsal bir firmada çalışıyorum(2 yıldır) ve tek kelimeyle nasıl bir şey olduğunu tanımlamam gerekirse "samimiyetsizlik" derim. mesela asansörden inen kişinin"iyi çalışmalar" demesi bir kurumsal firma ritüelidir. şahsen yapmıyorum ve yapana da karşılık vermiyorum. hayatımda gördüğüm en samimiyetsiz eylem çünkü. göz teması kurulmaz, yüzü kapıya kıçı size dönük kişiden iyi çalışmalar diye bir ses duyulur. kıçından konuşuyor zannedersiniz. bir de sabahları bunun günaydın versiyonu vardır. midenizi bulandıran bir yapaylıktır bu, sırf bu yüzden 6 katı merdivenle çıkıyorum. ayrıca her şey mail yoluyla halledilir bu yerlerde. iç yazışmalarla öğrenirsiniz alınan kararları. bir sabah mailinizi açarsınız ve yemekhaneye kartlı geçiş sistemi konulduğunu öğrenirsiniz. açıklaması ise verimliliği artırmak. verimlilik kilit kelimedir zaten. tüm yapılan değişiklikler ve kısıtlamaların kapısı bu kelimeye açılır. tabi bu verimliliği artırmak için neler yapılması gerektiği size sorulmaz kesinlikle. herkes tek tip olduğu için aynı kefeye konur ve tek bir kararla herkesin verimliliği artırılır. sonra koyun gibi sıraya girer kartınızı okutur ve yemeğinizi alırsınız.

bazen o kadar yabancılaştığımı hissediyorum ki kendime, aynaya bile bakamaz oluyorum. hele ki işteyken, nasıl bir hale geldim ben diye soruyorum kendime. şimdi bırakıp gitsem diyorum ama sonra ev kirası, faturalar, taksitler gibi hayatımın devamı için zorunlu gereksinimler sarıyor düşüncelerimi. tyler durden' ın dediği gibi; sahip olduğun her şey en sonunda sana sahip olur. ancak her şeyini kaybettikten sonra her şeyi yapmakta özgürsün. umudunu kaybetmen özgürlüğündür.